Yazılarım

İstanbul’da Mizah Ararken Yaşanan Maceralar!

Ağır sanayinin kiri, tozu, pası ve stresiyle sarmaş dolaş olup, günleri tespihe dizip, Cumartesiyi çekerken kendime doğru, bir hafta daha batıyor mazi denen çöplükte. Hafta sonu da geçer gider bir ömür gibi, ama asla çöplüğe atılmaz güzel anlar. Onlar cilalanıp, parlatılıp pamuklara sarılarak hafızanın en temiz, klimalı, süit dairelerinde depolanırlar. İşte bu kadar ağdalı severim hafta sonu tatillerini ve İstanbul’da mizah aramayı!

Ve yine hafta sonu ve ben yine İstanbul yollarındayım. Hem boğaz havası almak, hem de mizahın başkenti olan İstanbul’da, çizecek konular bulma sevdasındayım.

Gerçek karikatür gibi
Gerçek karikatür gibi

İstanbul’da Mizah,

İstanbul’a bir buçuk saat mesafede çalışıyorum, daha doğrusu ekmek parası için sabah gidip, akşam çıkıyorum zoraki bir fabrikadan. Çalışan insan üretir ben ise tüketiyorum, akşam olana kadar zamanı yiyip bitirmeye çalışıyorum.

Aslında zaman bizi yiyip bitirir ama benim için burada tam tersi. Mecburen bir şeyler üretiyorum tabii ama benim için pek bir önemi yok aklım fikrim sanatta, yazmak, çizmek ve gezmekte.

Böyle olunca bir arabanız olmalı, işimi sevmiyorum ama parası fena değil. Ufak taksitlerle bir araba almıştım. Hafta içi yanına bile gitmem, selam bile vermem ona, kolunu kanadını açıp havalandırmam bile.

Ama hafta sonu oldu mu en iyi arkadaşımdır. Millet İstanbul’dan kaçarken ben oraya akarım çelik dostumla. Derdim gece hayatı, sabahlar olmasın partileri değil sanatın ve ilmin peşindeyim.

Sigaradan sonra mizah;

Sigarayı bıraktım ama bazen pipo mu yakarım İstiklalde turlarken, havalı entelektüel bir zehirlenme uğraşıdır bu. Büyük adam, büyük sanatçı, büyük düşünür olurum duman altı ettiğim çıkmaz sokaklarda.

Eğlenceli, yemyeşil, Sapanca ve körfez manzaralı otoban yolculuğundan sonra, karşı tarafın keşmekeşinde boğulmamak için arabamı Harem’de bir otoparka bıraktım.

Buna rağmen, paranoyak bir güvensizlikle arabamın her yerini kontrol ediyor, içindeki çantamı bagaja alıyor, radyomu söküp torpido gözüne koyuyordum. Bence bu devirde paranoyak olmalı. Bu, özellikle İstanbul’da hayatta kalmak için gerekli…

Paranoyaklığın da ötesinde ben tam bir evham hastasıyım, pipiriklinin tekiyim. Yatmadan kapıyı iki kere kitler, üstüne sürgü çeker bir de sandalye dayarım arkasına.

Garanticiyimdir bazı konularda riski hiç sevmem. Uçak sabah altıda kalkacaksa ben geceden gidip hava alanında sabahlarım, sandalyede, bankta uyurum. Hem telefonun alarmını kurarım, hem saatimin alarmını ayarlarım, hem de uyandırma servislerini ararım.

Kaskoya güvenme!

Bu kadar tedbirli olmama rağmen arabanın kaskosunu yaptırmamıştım. Çünkü bu sisteme bir türlü inanamadım. Yahu kardeşim arabamın başına bir şey gelir diye benden bir ton para alıyorsunuz her yıl, peki bu risk gerçekleşmedi benim paramı niye geri vermiyorsunuz?

Ve bir de kaskom var diye deli gibi serserice araba kullanan bir sürü insan vardır, canavardır  onlar, maldan mal, candan can alan canavarlar. Bazıları da marifetmiş gibi konuşurlar;

“ Kaskoya her yıl şu kadar para veriyorum ama kat ve kat çıkartıyorum. Her yıl en az üç kazam var rahat rahat istediğim gibi kullanıyorum, makasta atıyorum, emniyet şeridini de gasp ediyorum, soldan sağlayıp sağdan solluyorum, bu kasko olmazsa olmaz canım, o olmasaydı canımız da malımız da ziyan olurdu doğrusu!”.

Ya sabır! Cahillerin ve zalimlerin zulmünden koru bizi ya rabbi.   İşte bende kasko olmadığından her türlü önlem, tedbire rağmen evham ve endişelerim hiç bitmez. Üşenmeden her seferinde, evin kapalı garajında bile çelik kelepçeyi takarım arabama.

Çubuk şeklinde çelikten bir hırsız kilididir o. Direksiyona bir kafasını diğer kafasını da fren pedalına takıp kilitlerim, hırsıza kilit dayanmaz ama milyonlarca araba varken akıllı hiçbir hırsız onu açmakla veya kesmekle uğraşmaz diye kendimi rahatlatırım işte…

Ütopik bir İstanbul mu bu, yoksa bu şaka mı, mizah mı?

Son kontrollerden sonra içim daha rahat bir şekilde otoparktan ayrıldım ve Sirkeci vapuru için jeton sırasına girdim. Sıraya girer girmez değişik bir atmosfer, farklı ve pozitif bir enerji hissetmeye başlamıştım. İnsanların yüzü gülüyor, herkes tebessüm edip birbirine hoş sözler söylüyor tanıdık tanımadık herkes muhabbetle selamlaşıyordu.

Birbirini itip kakan yok, malını satmak için gözünüze sokan satıcılar, ‘Abi yolda kaldım, Adapazarı’na gitmek için bir kaç kuruş be abi!” diyen de yoktu. Oysa İstanbul uçurumların, korkunun ve karmaşanın, riyakarlığın, sömürünün, aldatılmanın şehriydi.

Bu güzel atmosferde vapur yolculuğu başladı. Açık, tertemiz, berrak bir hava, masmavi deniz, yeşilliklere gömülmüş tarihi camiler, aslında kasvet veren betonarme binalar, çelik ve cam karışımı gökdelenler bile bir ahenk içinde idi o gün… Vapurun dış tarafındaki banklara oturdum ve göz kamaştıran bu manzarayı seyretmeye koyuldum.

Minik dalgaları üzerinde pırıl pırıl parıldıyor güneş, gündüz vakti yakamoz var sanki. Boğazda değiliz de egede tekne turunda mıyız acaba? Bir tane çöp, izmarit, şişe yok denizde ve cam gibi en derin yerde bile dibi gözüküyor, billur gibi bir su. Akvaryumda dolaşıyor gibi rahat salına salına dolaşıyor balıklar.

Yunuslarla dans,

Yunuslar, yunuslar geldi! Onlarca gülümseyen yunus geminin hemen yanında bizimle birlikte yüzüyorlar. Dalıp çıkıyorlar, elimi uzatsam dokunacağım. Ve dokundum da, uzattım elimi teknenin kar köpüğü dalgalarına, yunuslar da zıplayıp zıplayıp o sevimli kafalarını elime sürdüler, kaygan yumuşak yumuşak.

Yunuslar gitti sonra martılar geldi yüzlerce bembeyaz pürüzsüz, lekesiz martı. Simit aldım ve parça parça onlarla paylaştım, denize düşmeden havada mideye indiriyorlar, gönlümden kopan susamlı sadakayı. Aslında sevmem martıları hırsız ve yayamdırlar ya neyse. Ve cennet kuşları gelip geminin parmaklıklarına kondular. Rengarenk parıltılı kanatları vardı. Üzerlerinde renkli lambalar taşıyorlar gibi gözleri aydınlatıyorlar, bakana bir mutluluk veriyorlar. Fakat ne simit nede jips yemiyorlardı.

Bu sefer yolculukta ne üşüdüm ne de yandım, ne rüzgâr vardı ne de sıcak; yani her şey kıvamındaydı. Ütopik bir gün yaşıyordum. Her şeyin bu kadar güzel gitmesi, iş stresini ve daha cumartesi gününden başlayan pazartesi sendromunu da üzerimden atmıştı.

Mutluluk denen şey bu olmalı ama insanoğlu nankördür her şeyin iyi gitmesinden her yerin güzel olmasından da sıkılır. Bazen de korkarız mutluluktan her şey yolundaysa mutlaka sonunda bir kazık, bir uçurum bir felaket vardır.

Rüya mı bu yoksa cennet mi?

Harika bir rüya görmek gibi; hani dünyanın en güzel kadınıyla Maldiv adalarının kumsallarında, cam gibi denizin kenarında muhteşem yemeklerin olduğu, ipek örtülü bir masada akşam yemeği yersiniz. Herkesin gözleri sizin üzerinizdedir, bembeyaz giyinmiş onlarca garson size hizmet eder.

Güzelliğinden yüzüne bakamadığınız manken gibi kadın aşk dolu gözlerle size bakıyordur. Sen zengin ve şık o narin ve cömert giyinmiştir. Yüzünüze dokunan meltem gibi uyum ve huzur içindedir her şey. İpek astardan kenarları altın işlemeli masa örtüsünün üzerinde altın tabaklarda gümüş kaşıklarla daha önce hiç yemediğiniz yemekler ağzınızda erir.

Ağzınızın tadı yerine gelince sıra gönlü, kalbi, şehveti doyurmaya gelir. Yakınlaşırsınız dudaklar dudakları, gözler gözleri, beden bedeni çeker. Tam huzur, mutluluk, heyecan patlaması yaşanacakken uyanmak istersin tuhaf bir korku gelir yerleşir içine, demir atar göğsünün tam ortasına, bir şeyler olacaktır kötü şeyler. Bu dünyada bu kadar güzel olamaz her şey ancak cennete yakışır bu yaşananlar. İşte o gün böyle bir şeydi.

Her şey iyi idi, güzeldi ama çizecek bir şey kalmamıştı. ‘Her şeyin iyi gittiği bir ortamda mizah yaşamaz ki’ düşüncesi ile Sirkeci İskelesi’ne vardım. Burada çizmek için bir ton malzeme bulacağımı umuyordum. Aslında bir yanım da elim boş dönmeyi istiyordu. Aman! Ben çizmeyeyim de insanlar mutlu, huzurlu olsun.

Türkiye bir karikatürist için yaşaması zor ama çizmesi kolay bir ülkedir. Çünkü her taraf mizah malzemesi ile doludur. Eviniz de eşinizden, ailenizden tutun kapıyı açtığınızda komşunuzdan, otobüse bindiğinizde, haberleri izlediğinizde, sinemaya gittiğinizde, uçağa bindiğinizde, okulda işte, maçta her yerde tonla komik, trajikomik çelişkiler ve genelde kara mizah konuları bulabilirsiniz.

Mizah nerede?

Eşeğe niyetlenenden tutun, evine kamyon girene, yalısına tanker toslayan, otobüste aşırı sıkışıklıktan hamile kalana, belediye çukurunda düşüp orada yaşamaya başlayana, Allah kitap deyip milleti soyanlara, fakirlerle ağlayıp yalılarda kalanlara, yolda omuz atanı vuranlara, kocasını aldattığı sevgilisini aldatırken yakalananlara, asla milletten olmayan vekillere, yanardöner yalan makinesi siyasetçilere, parktaki bank ile ilişkiye girenlere kadar bir mizah cennetidir ülkem.

Böyleyken karikatür çizmek çok kolaydır ülkemde ve çok tehlikeli. Demokratik bir ülkede doğruyu, hakikati espriyle anlatmak halkı güldürür bazen de düşündür. Demokratik firavunlar halkın düşünmesinden hiç hoşlanmaz, hele onları düşündürenleri hiç sevmezler.

Çünkü demokrasi % 51’in % 49’a zulmü haline gelmiştir ülkemde, % 51 bazen Müslüman, bazen Yahudi, Türk, Kürt, bazen alevi, Çerkez, Ermeni’dir. % 49 ise her zaman mazlum…

Yoksulluğun ve işsizliğin yüksek olduğu ülkemizde halkçı, eşitlikçi, sosyal söylem iktidar olamıyor. Çünkü fakirler kapitalizmi sevdi, bir de neyi sevdiklerini bilseydiler!

Rüya devam ediyor, mizah ve karikatür ne güzel!

Vapurdan inişimde de aynı huzur ve ahenk devam ediyordu. Sırasına riayet edip birbirine tebessüm ederek yol veren insanlarla birlikte vapurdan indim.

Omzuma astığım çantam ve internet krizim gelir diye yanıma aldığım dizüstü bilgisayarımla Eminönü Meydanı’na doğru yola koyuldum. Yeni Cami’nin yanından geçtim.

Gerçi kolumdaki saatten, cebimde ki telefona kadar birçok şeyden internete girebilirdim. Ama büyük boy ekran keyfi başka oluyordu elbette.

Akıllı telefonlar gerçekten çok zekiler ama iyi bir roman geniş tuşlarını hissedebildiğiniz bir klavyede ve geniş HD bir ekranda yazılır. Yani ağırda olsa dizüstü bilgisayarımı dizimin yanından ayıramazdım.

Yine kuşlara yem atanlar, kaldırımlarda oturanlar, camiye girip çıkanlar, curcuna ve kalabalık… Binlerce insan olmasına rağmen insanı rahatsız eden tek bir gürültü yoktu, baldırımda titreşen akıllı telefonum hariç. Kendi kendime ‘Allah’ım bu memlekete ne olmuş böyle?’  dedim.

Gelişmekte olan ülkem sanki medeniyet atlamış. Gelişmiş, küresel bir güç haline gelmişti. Keşke bu kadar kolay olsaydı diye düşündüm. Keşke atıp tutup, şov yapıp, kahramanlık naraları atıp kabadayılık yaparak ülkem gelişseydi.

Siyasete bulaşma!

Keşke iyi siyasetçilerimiz, bizi dinledikleri gibi Amerikan başkanını dinleyebilseydiler, akıllı telefonlara akıl verebilseydi, sosyal ağlarla örebilseydik ülkemizi, Nepal’e gidip orada bil Mc Turco yiyebilseydik.

Eminönü Meydanı’nda seyyar satıcılara çarpmamak için dans ederek geçtikten sonra Galata Köprüsü’ne ulaştım. Köprüden yürüyerek geçip, Tünel’den İstiklâl Caddesi’ne çıkıp dolaşmayı planlıyordum. Bu güzergâhın en sevdiğim kısmı, köprüden geçişimdir.

Galata köprüsünde de aynı hava devam etti. Güler yüzlü insanlar, kovaları dolu, etrafına zarar vermeden oltasını denize fırlatan balıkçılar, korna sesi duyulmayan kalabalık bir trafik vardı.

Galata köprüsü sabunla, deterjanla silinmiş gibi tertemizdi yerden bir tane izmarit, çöp, torba hatta balıkçıların kovalarından sıçrayan bir damla su bile yoktu. Tüten, duman altı insanlar da yoktu, sanki kapalı alanlarda ki sigara yasağı dışarda da uygulanıyordu bir tane sigara için insan yoktu ortalıkta.

Galata köprüsünden yağ gibi kayıp geçtikten sonra Karaköy’de bütün ışıklar yeşildi zaten. Işıkları geçtikten sonra etrafa bakıyorum da herkes temiz, ütülü kendi modasını yaratmış yürüyorlar.

Cahiller nerede?

Banklarda kaldırımda oturan hatta yürüyen insanların bile ellerinde kitap var. Herkes oturan, kalkan, koşan herkes kitap okuyor. Vatandaşımız kendinden geçmiş bir şekilde dalmış ilmin derinliklerine okuyor da okuyor. Şaşkın şaşkın yürüyorum.

“ Ya rabbi, ölmeden bana ülkemin okuduğunu, okuma kültürünün oluşmaya başladığını gösterdi ya, daha gam yemem.” diyorum tebessümle.

Ve tünelin serinliği dokunuyor yüzüme daha bir gevşiyor tebessüm küçücük bir gülcük oluyor ve o nemli kokuyu çekiyorum içime misk gibi kokuyor. Yavaş yavaş tangur tungur çıkıyoruz tünelden yukarı doğru ama hızlı trenden hızlı bu ihtiyar tosbağa iki dakikada istiklaldeyiz.

Nostaljik, ahenkli ve huzur dolu bir Tünel yolculuğundan sonra İstiklâl Caddesi’ne ulaştım. Yine İstiklâl Caddesi vıcık vıcık insan kaynıyordu. Ama ne omuz atan, ne dik dik bakan, ne de rahatsız eden bir gürültü vardı etrafta…

Bu ütopik ortamda mizah yapılmayacağını anladım ve tramvay durağında oturup gelen geçenin yüzüne bakıp eskizler karalamaya başladım. Tabii karaladığım şeyler gülen insan yüzleriydi.

Sanatçı ölmeden önce!

Durakta mutlu insanları karalarken şık giyimli entelektüel birisi yanıma gelip;

“ Eline sağlık üstad güzel kalemin var, benim de karikatürümü çizer misin ve bu eşimin fotoğrafı onu da çizersen hediye edeceğim? ” dedi bin bir türlü jest ve iltifatla birlikte.

Ben de “ Tamam dedim çizelim, antrenman olur. ” dedim.

Sanatseveri ve eşini fazla detaya girmeden kabaca karaladım. Bu basit karalama adamı kendinden geçirdi, bayıldı çizime beni yere göğe koyamadı ama cebime bir anda çıkardığı 100 lira koyu verdi cebime.

“ Yahu ne yapıyosunuz, iki dakikada bir şey karaladım size, bu parayı almam, lütfen geri alın!” dedim yüzüm kızarmış sesim incelmiş bir şekilde.

“ Olur mu, üstad! Sanatın değeri olmaz aslında paha biçilmez yani keşke daha çok verebilseydim, o sizin hadi görüşürüz.” Deyip şişhaneye doğru gözden kayboldu.

Şaşkınlık verici,

Allah allah ne oluyor yahu! Bir karikatüre on lira para istediğimizde bin tane laf eder, on tane hata bulurdu bu insanlar, benim kafam niye büyük burnum niye uzun diye, Pinokyo’ya çevirirlerdi bizi sokak ortasında.

Adamı çizdikten sonra birkaç kişi daha geldi ve onları da çizmemi istediler. Hazır elim ısınmışken devam ettim ve onları da yansıttım beyaz kağıdıma. Sonra başkaları daha geldi onları da çizdim.

Daha sonra başkaları da geldi ve başkaları, başkaları daha geldi. Nerdeyse karikatürünü çizdirmek isteyen bir kuyruk oluşmuştu.

Hepsi memnun kalıyor, kaşım niye yamuk, kafam niye büyük, sırtım niye eğri demeyip iltifatlarla oldukça cömert bir şekilde beni ödüllendiriyorlardı. Akşama kadar onlarca sanatseveri çizdim. Bir sanatçı olarak, hem maddi hem de manevi, çok mutlu olmuştum. Bu ülkede sanatın kıymeti de varmış demek ki vay be!

Sevilip, sayılıp, para etmemiz için ölmemiz veya uçuk, kaçık, sapık bir hayat yaşayıp, ünlüler lobisinden olmamız gerekmiyormuş demek ki.

İnanılmaz anlar,

Yaşadığım bu inanılmaz İstanbul gezintisinden sonra kafam darmaduman olmuştu. İstiklâl’i bir ileri bir geri birkaç kez dolaşıp, geldiğim güzergahtan, yani İstiklâl, Tünel, Galata Köprüsü, Eminönü ve Sirkeci İskelesi yolunu takip edip, yine aynı ve şaşırtıcı manzaraları görerek akşama doğru geri döndüm.

“ Bu ülkede çizecek bir şey kalmamış yahu, herkes mutlu, huzurlu. Herkes okuyor anlıyor, düşünüyor cahil insan da kalmamış. Her taraf tertemiz, modern, medeni. Bütün mizahçılar topyekûn Afrika’ya, Ortadoğu’ya taşınsınlar, yoksa bu ülkede aç kalırlar ” diye düşünüp tebessüm ederek Harem’de vapurdan indim. Dalgın ve yorgun arabayı bıraktığım otoparka doğru yürüyordum.

Çantamı, kalem ve kâğıtlarımı bagaja atıp direksiyona geçtim. İçimde sorunsuz bir gün geçirmenin ve güzel bir ülkede yaşamanın mutluluğu, mizah malzemesi bulamamanın da burukluğu ile arabayı çalıştırıp yavaşça ilerlemeye başladım.

UYAN!

50-60 metre gitmemiştim ki, arabanın arkasından gelen korkunç bir darbe sesi ile irkildim! Kalbim bir anda boğazıma gelip dörtnala atmaya başladı. Nefesim kesildi.Mizah, karikatür, mutluluk falan hepsi uçtu gitti aklımdan.

Kafamı çevirip arkaya baktığımda sağ arka camımın çatladığını gördüm. Yirmi yaşlarında, kara gözlü, kara tenli, üstü başı yırtık pırtık, kir ve pas içinde olan bir genç elindeki bıçak ile arabanın camına vuruyor! Bir eliyle de kapıyı açmaya çalışıyordu.

O an tek gördüğüm gencin gözleriydi. Şimdiler de 3-5 liraya alınabilen uyuşturucuların etkisiyle yukarıya kaymış gözlerde, çatılmış kaşlarda, sıkılmış elinden kanayan, kaynayan, taşan nefreti gördüm.

Arabanın arkasına attığım bilgisayarımın peşindeydi beni görmemişti bile. Hala vuruyordu cama ama beyni kolu bacağı uyuşmuştu, yorulmuştu gücü tükenmişti. Korkumu yenip ona yardım edebilseydim keşke bu kadar mutlu insanın yanında böyle yalnız kalmasaydı keşke.

Bu manzara karşısında şoka girmiş, arabayı sağa sola doğru savuruyordum. Çok şükür ki arabanın kapıları çalıştıktan bir süre sonra otomatik olarak kapanıyordu.

mizah
İstanbul’da mizah

Kendime geldim,

Teknoloji zenginlerin yanındaydı çünkü pahalıydı. Şu yüksek teknoloji denilen tek dişi kalmış canavar, uzaya zengin turları düzenleyip, çocukları et beyinli yapan tabletler üretip, Dünya’yı yok eden silahlar yapmak yerine buğdayı bedava, ekmeği bedava, üremeyi barınmayı beslenmeyi bedava yapsa ya!

Daha sonra kendime geldim. Önümdeki birkaç beton kolonu kıl payı sıyırarak cıyaklayan tekerlerle gaza basıp hızlandım. Benim hızlanmamla kapıyı açmaya çalışan genç, yere düşüp yuvarlandı. Hiç arkama bile bakmadan, korku içinde, son gaz oradan uzaklaştım.

Otoban gişelerine geldiğimde ruhum korku ve acıma hisleri ile doluydu. Lanetler okuyarak kendi kendime;

“İşte Semih, işte rüya bitti! Sana yine çizilecek kara mizah malzemeleri çıktı!” dediğimde dört şeritli paralı ve güvenli yol, bana yeşil ışık yakmıştı bile.

Otaban gişelerinden çıkıp huzura doğru yol almaya başlamışken iki polis elini kaldırıp arabayı kenara çekmem için işaret yaptılar.

“ Eyvah! Şimdi yandık arabanın muayenesi de geçmişti, cezayı yapıştırdılar şimdi!” deyip ruhsatı ehliyeti hazırlayıp arabamı yavaşlatıp durdum.

Şaka mı bu, Mizah mı?

Arabadan inmiştim ki polis arabasının arkasından iki tane polis şapkası takmış mini etekli, göbeği açık, uzun bacaklı iki kadın iniverdi. Yaklaştıklarında şu televizyonlarda gördüğümüz ünlü manken, şarkıcı, oyuncular olduğunu fark ettim. Birinin elinde mikrofon vardı hızlıca gelip boynuma sarıldı

“Biz, Yakalarsam MUCK MUCK şaka programından Aslı ve Asuman şakalandınız beyefendi! Lütfen kameraya el sallayın.” dediler ağdalı gevşek gevşek sakız çiğner gibi konuşup, gülerek.

Bende kameraya dönüp suratımı lastik gibi çekiştirip gülmeye çalışarak;

Baygın gözlerle kameraya dönerek;

“ Peki, yaşadıklarımın hangisi şakaydı! ” diye sordum.

Mizahı gömün!

Evet, mizah ölmüştü buralarda. Ama asıp kesen diktatörlerin korkusundan değil. Sanatta para yok deyip karikatüristlerin elini, kalemini, aklını bırakmasından değil.

Eli kalem tutan, tarama ucunun belini kırıp harika çizimler yapacak karikatürist kalmadığından değil. Gazetelerin, dergilerin bütün karikatüristleri kovmasından da değil!

Karikatür ve mizah mutluluktan, zenginlikten ve demokrasiden bitmişti ülkemde.

semihbulgur.com

Semih Bulgur

l am a knowledge worker who works hard to make you informed about original knowledges from international sources!

Related Articles

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

Adblock Detected

Merhaba. Sitemiz yoğun bir emeğin ürünüdür! Sitede dolaşmak için lütfen Reklam Engelleyicinizi Kapatın. Please Close The Ads Protector.