Yazılarım

Karıncalarla konuşmak! O nasıl bir haptı karıncalarla konuştum!

Yarı uyuşmuş beynim, uyku narkozundan çıkmakta ve birkaç dakika sonra gerçek hayata, stres ve karmaşaya doğru kapılarımı açıyorum. Neden bilmiyorum ama daha uyanmadan dilime bir şey yapıştı, tekrar edip duruyorum ‘karıncalarla konuşmak, karıncalarla konuşmak…’ hayırdır inşallah!

Saat sabahın 07.00’si… Çalar saat kulağımın içini tırmalamakta. Birkaç ‘sen kapat o çalsın, sen kapat o çalsın’ döngüsünden sonra, göz kapaklarım gıcırdayarak açılıyor. Aklıma gelen ilk soru nedir bu ‘karıncalarla konuşmak’ ?

Karıncalarla konuşmak! Yeni bir gün bu!

Araba kornaları ve yukarıdaki dairede kırılan bardağın sesi, beynimi tokatlayarak kalan son uyku kırıntılarını da üzerimden aldı.

Kendi kendime, çatallı günaydın sesiyle ‘Yeni günler, hepimize yeni günler’ diyorum.

Kahvaltıda mutluluk.

Yeni gün neler getirir bilinmez ama iyi bir kahvaltıda mutluluk garantidir. Çocukluğumdan beri kahvaltıyı çok severim. Hatta geceleri yatmadan önce,

‘Allah’ım lütfen bir an önce uyuyalım, sabah olsun da kahvaltı yapalım.’ diye dua ederdim.

Tabii şimdiler de annemin hazırladığı önüme hazır gelen kahvaltılar yok. Ama ben yalnız bile hazırlasam kahvaltıda mutluluk vardır.

Karıncalarla konuşmak, Gökdelende tek başına,

Çelik, cam ve betondan oluşan gökdelen denizinin ortasında, bir mercan adasında yaşıyorum, tek başıma… Manzarası harika olan küçük bir çatı katı, aslında beş katlı bir apartmanın tepesinde bir bahçe katı da diyebiliriz.

Her tarafını asmalarla, sarmaşıklarla kaplattım, bahçesi ise beton üzerine gerçek çim kaplama, taş yolları ve küçük bir pınarı bile var. Etrafımızdaki yüzlerce katlı dev beton yığınlarının içinde, tek katlı, bahçeli, müstakil bir ev gibidir bizim apartman.

Çocukluğumdan beri o Amerikan filmlerinde gördüğüm gökdelenlere onların heybetine, kusursuz geometrilerine, parlayan yüzeylerine hayran olmuşumdur. Ama büyüyünce ve onların arasında sıkışıp kalmış bir şehirde yaşayınca, o çok sevdiğim uzun binalar; penceremdeki hapishane parmaklıkları gibi olmuştu. En acısı da, bu dev gibi binaların çoğunda benim de imzamın olması, çünkü ben bir mimarım.

Karıncalarla konuşmak!

Yeşili, doğayı çok seven bir mimarım ama sıkışık şehirlerde ve rant bölgelerinde gökyüzüne yükselmekten başka bir yol yok ve benim geçinmek için başka bir işim de yok.  Bazen klasik arabama atlayıp son sürat ayrılırım şehirden. Eskizleri, çizimleri fırlatıp yol kenarına ormana, dağlara ve karıncalara giderim onlarla konuşurum, sarılırım, koklaşırım.

Pelteleşmiş kaslarımı zorlayarak yatakta doğruldum. En sonunda yatağın kenarına kadar ulaşmıştım, ayaklarımı yere uzatıp terliklerimi giydim. Gece yatağa girmeden önce yorgunluktan rasgele yere savurduğum gömleğime doğru eğildim. Gömleği kaldırır kaldırmaz, altında duran daire şeklindeki karartı sanki beni birden içine doğru çekiverdi.

Kara delik!

Sanki kara bir tünel açılmıştı da alt daireye doğru uzanıyordu. Şöyle ayağımı üzerine bassam alt dairenin tavanında sallanacaktı. Bilim kurgu fantastik hayranı olan biri olarak aklıma bin bir türlü felsefik fantastik kurgu geliyordu. Belki de bu gördüğüm bir kapıydı başka alemlere, uzaya, geleceğe açılan bir kapı. Ya da beni merkezine çekip uzayın bir yerine fırlatacak bir kara delik…

Bugün karıncalarla konuşmak ile başladı bakalım nasıl bitecek?

İşte ilk bakışta anlam verememiş, bir sürü saçma düşünce, daha yeni uyanmış beynimi tokatlıyordu. Sonunda anladığım tek şey bu bir rüya değil gerçeğin ta kendisiydi.

Sağa sola baktım, pencereden dışarı, tavana baktım kendimi tokatladım hayır, asla uyumuyordum. Gözlerimi ovuşturup tekrar baktığımda karartı hareket ediyordu, bir şeyler kaynıyordu.

Misafirler!

Daha dikkatli baktığımda, binlerce karıncanın yarım metre çapında bir daire oluşturup kaynaştığını fark ettim. Şoka girmiştim. Binlerce karıncanın benim odamda böyle kusursuz bir daire oluşturmuş şekilde ne işi vardı?

Karıncaları görünce kendimi tekrar tokatladım, çimdikledim ama nafile, gördüğüm gerçekti. Kara dairedeki karıncalar hiç durmadan hareket ediyorlardı. Fakat daire, yerinden bir milimetre bile oynamıyordu. “Ne kadar kusursuz bir düzen bu!” diye düşünüp şaşkın şaşkın bakınıyordum.

Karıncalar en sevimli, en akıllı, en çalışkan hayvanlardır. Tabii bana göre böyle, birçok insana göre çirkin, istilacı, yaramazdırlar. Oysa onlar başkadır, yardım sever, sosyal, çalışkan ve konuşkan… Evet karıncalar konuşur, özellikle de benimle, karşılıklı konuşuruz dertleşiriz antenlerini sürerler ellerime, kaşıma, başıma.

Kırsal karıncalarla konuşmak,

Ama sadece ormanda ki karıncalarla konuşurum, şehirdekiler asosyaldir. Yuvalarının başına geldiğim de lider, komutan karınca burnumun ucuna gelir, ön ayaklarını kaldırıp beni selamlar, onunla konuşuruz.

Sadece lider benimle konuşur diğerleri sadece çalışır. Dertleşiriz ondan başka arkadaşım yok! Bunu birkaç insan arkadaşıma anlattığımda deli olduğumu söylerler. Ama bir gece ormanda ağaç tepesinde kalmaya çağırsam hiçbiri gelmez.

Deli bir şair;

Zaten çocukluğumdan beri beni kimse anlamazlar ve bana kimse inanmaz. Ergenliğe kadar insanlara karışmadım hep düşünür, hayal kurar ve evimizin bodrumunda ya da hurdalıklarda yalnız dolaşırdım. Daha yedi yaşındayken onlara geceleri uçtuğumu, karıncalarla konuştuğumu, aslanlarla buluştuğumu söylerdim. Beni dinledikten sonra;

“Bunlar büyülenmiş deli bir şairin sözlerinden başka bir şey değil!” derlerdi.

Her ne kadar karınca dostu olsam da, beni bu kadar sevdikleri ve böyle kalabalık ziyaret edecekleri hiç aklıma gelmemişti. Onları gerçekten çok severdim, nereye gitsem, nerde olsam, bir tarafımda bir karınca mutlaka dolaşır. Onlarla konuşur, hiç durmadan sağa sola kaçışlarını seyrederim. Aslında çok sevimli hayvanlardır.

Karınca düşmanları,

Hiçbirini bilerek öldürmedim, çocukken bile bazı haylaz arkadaşlarım gibi onların kolunu kanadını koparıp keyif yapmazdım. Halk arasında karıncaların bereketli ve uğurlu olduğuna inanılmasının da onları sevmemde önemli bir rolü olmuştur. Bunlara rağmen bu kadar karıncanın benim odamda olması ve bu kusursuz geometrileri, içimi ürpertmişti.

Sabahın köründe yatağımın yanında oynaşan kara daire aynı yerinde durmaya devam ediyordu. Aslında göğsümü daraltan bir şeyler  vardı, çok tehlikeli şeyler hissediyordum ama hiçbir şey yokmuş gibi onları öyle bırakıp, pijamalarımla mutfağa geçtim.

Şaşkın karıncalar!

Bulaşık dolu lavaboyu, yarım bırakılmış çikolataları, muzları, yarısı dökülmüş şeker torbasını ve pazar yerine dönmüş mermer tezgahı görünce, bu şaşkın karıncalar neden burayı tercih etmedi diye düşündüm.

Biraz mücadeleden sonra dünden kalma bir tava buldum, ona iç dış biraz su tuttuktan sonra yumurta kırmaya hazırdı. Kırılan yumurtaları yalnız bırakmamak için sucuk dilimlerini de ateşe attım. Beraber kaynaşıp kızardılar ve ağzımda eriyen bir tat bıraktılar ve vedalaştık.

Üzerlerine demli bir çay çekip kahvaltı keyfimden taviz vermeden, çılgın kara deliğimin inanılmaz varlığına geri döndüm. Karnım doymuş, kan şekerim ağdalanmıştı ama aklımın önünde, kara daire aynı yerinde duruyordu.

Yalnız ve bekar,

Yalnızlık ve bekarlık hali işte, evim tam bir hurdalıktır. Her hafta huysuz bir kadın gelir evime, etrafı derleyip toplar, her yeri pırıl pırıl yapar iyi çalışır ama hiç yüzü gülmez, sanki üzerinde belini çatırdatan bir yük var. Ücretini verirken bile suratı asıktır, yüzüme bile bakmaz, varoşların çileli, namuslu bir kadını gibi tertemiz, lekesiz, pırıl pırıl çekip gider.

Aslında bekar yaşayamayacak kadar dağınık ve pasaklı biriyim ama kısmet işte lüks bir semtte, pahalı bir dairede yaşayan eli yüzü düzgün bir mimar olsam da, bir eşimi daha bulamadım. Tabii onlarca hovardalık, gecelik tanrı misafirleri ve eski aşklar mezarlığın kazma ve kürekle dolaştığım günleri saymazsak.

Evlenen de pişman evlenmeyen de!

Evlilikte ayrı bir dert tabii, bir yanım istiyor bir yanım kaçıyor. Yalnızlık zor ve keyifli aynı zamanda alışkanlıkta yapıyor. Ama bir yaştan sonra aile, eş dost baskısı ve ne zaman evleneceksin, hadım mı oldun soruları sizi daha da yalnızlaştırıyor. Yalnızlığın fazlası da akıl sağlığı için iyi olmuyor, şizofren kliniklerinde, duvarlarla, resimlerle, katillerle konuşmaya başlıyorsunuz. Yani ben de eninde sonunda evlilik denen çivili tahtaya yatacağım.

Eve geri dönüş,

Karıncalar öyle hızlı hareket ediyorlardı ki, karartı sanki kaynayıp, kabarıp, taşacakmış hissi veriyordu. Karınca kümesini bir süpürgeyle odadan uzaklaştırmayı düşündüm. Fakat zarar görebilirler diye kendi hallerine bıraktım. Akşama kadar evden uzaklaşırlar diye düşünmüştüm. Gece saat 22.30 gibi eve döndüm.

Merdivenleri çıkarken o kadar başım ağrıyordu sanki matkapla kafatasımı deliyorlardı. Aklıma ev sahibine uğrayıp geçen gün torununun verdiği haptan istemek geldi. İyi kadındır bizim ev sahibi üç yıldır kiraya bir lira zam yapmadı. Ama kirayı bir gün geç yatırsam kapımı kırar gibi çalar, ortalığı ayağa kaldırır onun için zaman çok önemlidir.

Tabii 75 yaşına gelmiş, bir saniyeyi bile boşa harcamaz. Onun Yahudi olduğunu söylüyorlar genelde iyi bir insandır zamanlama dışında bir sorunumuz olmaz, fazla muhabbetimiz de yoktur zaten.

Baş ağrısı,

Kapılarını çaldım kendisi açtı;

  • “ Feride abla, yine başım korkunç ağrıyor geçen gün senin torun bir ilaç vermişti ya şu saydam damla gibi olan ilaç, ondan bir tane daha alabilir miyim?” diye sordum yüzüm buruş buruş acı içinde gözlerimi kapatarak.

Biraz acıyarak biraz endişeli dönüp salona doğru baktı;

  • “ Oğlum senin her gün başın ağrıyor migren falan olmasın sende, daha dün bu ilaçtan almıştın. Sende kesin migren var her gün ilaç almak iyi değildir. Dikkatli ol! ” dedi yüzünü ekşitip arkasına bakarak.

 

  • “ Haklısın abla ne bileyim korkunç ağrı var o ilaç şıp diye geçiriyor, son kez rahatsız ediyorum. Yarın inşallah doktora giderim o ilaçtan yazdırırım.” dedim.

 

Acıdan kıvranıyor bir an önce evime gitmek istiyordum. Kafamı duvara yaslayıp doğalgaz borusunu sıkarken torunu geldi. Bumerang şeklinde simsiyah kaşları olan, çekik ama iri gözlü, saçları beline kadar dümdüz, iki kulağı küpeli, dili bile delik deşik, tuhaf rahat bir tip…

Reçetesiz ilaç,

  • “ Oğlum o ilacı doktorlarda bulamazsın onu benim torunum yapıyor, o çok iyi bir mühendistir. ” dedi yaşlı ablamız tebessüm ederek.

Ben şaşkın şaşkın bakarak başımın ağrısından sıyrılıp ne dediğini anlamaya çalışıyordum. Tek isteğim şu ilacı alıp acımı dindirmekti ama yine de merakımı yenemeyip sordum;

  • “ Yani bu ilaç resmi değil mi, reçetesi yok mu? Nasıl olur yahu bu! Ha anladım bitkisel bir şey o zaman. Torunum mühendis mi dedin, ne mühendisi ben de mimarım, mühendis ilaç mı yapar yahu, kimya mühendisi mi?”

Uzaylı Torun,

Orta asya gözlü, Avrupa saçlı, Amerikan bıyıklı karanlık suratlı torun, gelip omzumu tuttu ve ilk kez benimle konuştu.

  • “ Al dostum sana bir tane daha hap tüm ağrılarını, korkularını, sorularını alır götürür. Evet, ben mühendisim; Düş Mühendisi’yim.”

 

  • “ Düş Mühendisi de neymiş yahu, düşün mühendisliği mi olur?”  dedim, kafamı iki elimle sıkıyordum.

 

  • “ Evet, bu ilacı ben ürettim Düş Mühendisliği’yle ürettim yani ondan gelen ilhamla, düş gücüyle, düşünerek ürettim. Şimdi ilacını al ve rahatla, düşünme senin yerine biz düşüneceğiz.” dedi kara oğlan.

 

Başım, hem şiddetle ağrıyor hem de dönüyordu nerdeyse bilincimi kaybetmek üzereydim, son sözlerini anlamayı bırak duymamıştım bile.

 

O an o kadar acı çekiyordum ki, evimi, arabamı, anamı babamı, eşimi, dostumu kurtulmak için kefaret olarak verebilirdim. Hemen hapı aldım ve mideye indirdim.

Daha benim daireye gelmeden baş ağrısı, aşk sızısı, dönme bulantı, endişe korku, sorgu, stres hiç bir şey kalmamıştı kafamda. Yeni doğmuş gibi beynim tertemiz, vücudum dimdik, zinde ve heyecanlıydım. Hatta üç beş kilo bile vermiş, belim incelmiş omuzlarım genişlemiş, kaslarım şişmişti, çakı gibi olmuştum.

Bu nasıl ilaç,

Günün yorgunluğu, solgunluğu, stresi, karmaşası, yalanı dolanı uçup gitmiş atlaya zıplaya yuvarlana yuvarlana dolanıyordum evimde… Tüm heyecanıma, zindeliğime rağmen sabah bıraktığım emanetin merakıyla, yavaş adımlarla girdim yatak odama.

Yatağın kenarına oturdum ve göz ucu ile gömleğimi kaldırdığım yere baktım. Bir daha baktım, bir daha baktım sağa sola, yukarı aşağıya baktım tekrar baktım. Kara daire, aynı bıraktığım yerde duruyordu.

Bu olayı anlamak için anlamsız sorular sormaktansa oturup onları izlemeye başladım. Kafam yok gibi hafifti ama yine de onu ellerimin arasına alıp kara daireyi izlemeye başladım.

Macera şimdi başlıyor!

Tam dalmışken, birden birkaç karınca grubu daireden ayrılmaya başladı. Bir ip şeklinde arka arkaya dizilip daireden ayrılıyorlardı. Sanki siyah bir yumak sökülüyordu ve önümde uzun, ince, karıncadan bir yol oluştu.

Hayda bu da nedir? Binlerce karıncanın odama gelip kara deliklerinde kurulmaları doğaldı da şimdi bu yaptıklarımı tuhaftı? Yani şaşılacak bir şey yoktu zaten bende korku, şaşırma, endişe diye bir duygu da kalmamıştı. Ben de kalkıp bu yolu izlemeye başladım. Bakalım beni nereye götürecekler?

Neler oluyor?

Sanki küçük şiddette bir deprem oluyor, kayığa küçük dalgalar dokunuyor gibi ayaklarımın altındaki zemin sallanıyordu. Duvarlar dönme dolap gibi yer değiştiriyordu ve ben sallana sallana onları takip ediyordum.

Karıncalar hızla salonu geçip, mutfağa girdiler, ben de arkalarından yürüyordum. Mutfağı da hızlıca geçerek, açık olan kapısından balkona geçtiler. Biraz yavaşlayarak balkonun duvarına tırmanmaya başladılar.

En öndeki karınca balkonun kenarına gelince durdu. Arkadaşlarına döndü iki ayağının üzerine kalkıp antenlerini, çenelerini oynatarak, bir orkestra şefi gibi kollarından birini kaldırdı;

Karıncalarla konuşmak ve şaşkınlık,

  • “Arkadaşlar dosta doğru yolculuğumuz bitti, iyi kalpli Mimar dostumuzu ziyaret ettik, uyurken yatağının kenarına düşürdüğü çikolatasında karnımızı da doyurduk, bizi güzel ağırladı. Şimdi başka alemlere gidiyoruz. Beni takip edin!” dedi.

Dikkatli bakınca ormanda konuştuğum asker karınca olduğunu fark ettim. Dağlarda bana arkadaşlık eden sırdaşım karınca dostum beni evimde ziyarete gelmişti ama bunu giderken anlıyordum.

Daha önce bilsem, gitmesine izin vermezdim, şu dünyadaki tek dostumla şöyle bir çilingir sofrası kurup efkarın gözüne, sözün özüne vururduk. O kadar yalnızdım ki, karıncalar bile depremi hisseder gibi, benim boşlukta debelenişimi hissetmişlerdi. Galiba yalnızlıktan beynimiz zarı delindi de kafayı yedim ben. Dostum bana doğru antenlerini çevirdi;

Karıncalarla konuşmak, nereye gidiyorlar?

İşte bu karıncalarla konuşmak!

  • “ Hakkını helal et mimar dostum, biz gidiyoruz, görüşürüz.”

 

  • “ Nereye?” diye kendi kulaklarımı bile patlatırcasına bağırdım.

 

5–10 saniye sonra kendini balkondan boşluğa bırakıverdi ve diğerleri de sırayla onu takip etmeye başladılar. Beynim durmuştu, karıncalar sırayla intihar ediyorlardı. Bu olanlar gerçek miydi, öyleyse ölüm yalandı? Ben de attım kendimi karınca dostlarımın ardından, sonsuzluğa, sonsuz olmaya…

Kendimi boşluğa bıraktım,

Karıncaların ardından salıvermiştim kendimi, gecenin karanlık kuyusuna. Düşüyordum da düşüyordum, düşüyordum da düşüyordum. Kollarımı açtım ama uçamıyorum hala düşüyorum. Karanlık bir tünelden dünyanın merkezine gitmek veya Kartal-Kadıköy metrosuna inmek kadar uzun sürüyordu bu düşüş. Hayatım gözlerimin önünden film şeridi gibi geçiyordu hatta evreni, yoktan var oluşu bile çözmeye başlamıştım. Ama hala düşüyordum ve hissediyordum bir şeyler olacaktı.

Hala kafam asfalta çarpıp parçalanmamıştı, belim demir parmaklıklarda ikiye bölünmemişti, ayaklarım bedenimden kopup ta savrulmamıştı çalıların arasına.

Ölümden korkmuyorum artık,

Bu bir düşüş değildi, bir düş te değildi, üşümekti sadece bulutların üzerinde tatlı bir serinlik…  İçimde ne ölüm, ne de canımın yanacağı korkusu vardı. En sonunda, bu karanlık, bu meraklandıran, bu pervasız, bu anlamsız düşüş, önce bir nokta, sonra da karanlığı delip geçen bir ışık patlamasıyla son buldu.

Belimi ve karnımı saran korkunç bir sancıyla beyaz ışığın merkezine doğru vakumlanmaktaydım. Işık, güneşten daha parlak olmasına rağmen, gözümü kırpmadan ona bakabiliyordum.

Işık hızındayım,

Sanki ışık hızıyla ilerliyordum. Görüntüler dalgalanıyor, hisler azalıyor, boyutlar değişiyordu. Hiçbir endişe, korku, acı hissetmeden, hatta biraz da mutlu bıraktım kendimi ışığın girdabına doğru… Işığın merkezine yaklaştıkça bedenim öyle yoğunlaşmıştı ki, kendimi dünya kadar ağır hissediyordum.

Bedenim lastik gibi oldu bayrak gibi dalgalanıyordum. Kollarım ayaklarım birbirine dolanıyor, belim boynum uzuyor kısa kısa titreşimli dalgalar başımdan ayakucuma kadar gidip geliyordu. Lavabo deliğine su girdabıyla sürüklenen bir marul yaprağı gibiydim.

Bedenden ayrılış,

Merkeze geldiğimde, bütün hücrelerim ayrılmaya başladı. Genlerim DNA’larım bile ayrışıp sanki moleküler bir ışınlanma yaşıyordum. Bedenim enerjiye, enerji maddeye dönüşüyordu bu alemde.

Kum taneleri gibi dağılıp, şeffaf bir zardan geçerek karşı tarafta birleşiyorlardı. Ben de sanki bedenimden ayrılmış, olanları dışarıdan seyrediyordum.

Geri dönüş,

Sonra bedenime, tekrar geri döndüm. Zarın diğer tarafında kendimi bir uçurumun kenarında bulmuştum ve arkamda dağ gibi bir duvar vardı. Uçurumdan aşağıya baktığımda gördüğüm sadece karanlık…

Ve ara ara yukarıdan küçük kaya parçaları düşüyordu, hemen kulağımın yanımdan kurşun ıslığı gibi geçiyorlardı. Arkamda duvar, önümde uçurum, yarım metrelik bir bölgede hareket edebiliyordum.

Tek kişilik bir hapishanede gibiydim ama pencere, duvar, oturacak bir şey, tuvalet bile olmayan bir zindan ve sonsuz karanlık bir derin bir manzara. Şimdiye kadar fantastik bir macera, hız trenindeki gibi bir adrenalin patlaması veya korku tüneli gibi eğlenceli bir lunapark gezisinde gibi hissediyordum. Fakat artık çakılların üzerine çıplak yatmış gibi gerçek  hertarafıma batmaya başlamıştı.

Korkulu bekleyiş,

Korku ve sıkıntı içinde bir ileri bir geri giderek beklemeye başladım. Birkaç dakika sonra aniden ayağımın altındaki taşlar birer birer aşağıya yuvarlanmaya başladı. Duvara yapışmıştım ve korku içinde titreyerek bu kâbusun bitmesi için dualar ediyordum. En sonunda uçurumun kenarında ayakkabılarımın yarısı kadar bir bölge kalmıştı, orada tutunmaya çalıştım.

Kopan taş parçaları karanlık, dibi gözükmeyen uçuruma doğru düşüyordu. Biraz sonra bende taşlar gibi yuvarlanacaktım boşluğa. Ne kadar sürecekti nerede bitecekti bu yeni alemdeki kabus, rüya, gerçek ve sanal bulamaç.  Yoksa öldüm de hakkımda hüküm verilmiş miydi?

Bütün hayatımı şöyle bir taradım o an. Yediğim, içtiğim, söylediğim, dokunduğum, unuttuğum, baktığım, kokladığım, yaptığım – yapmadığım her şeyi düşündüm.

Günahı sevabıyla bir kuldum işte dönem dönem değişik ruh hallerine girdiğim olmuştu ama hiçbir zaman rabbimin rahmetinden nimetinden umut kesmedim. Yarabbi subhansın, rahmansın merhametine muhtaç aciz bir kulunum, acı bize sen bizim mevlamızsın.

Son anlar,

Topuklarımla son kalan taş parçalarına tutunmaya çalışıp arkamdaki duvarı tırnaklarımla kazırken, gözlerimi kapadım ve karanlık kuyuya doğru uçuşu beklemeye başladım. Kan ter içinde gözlerimi açtığımda, uçurumun karşısındaki karanlık, bir sis bulutunun kalkmasıyla aydınlanıverdi.  Karşı tarafta duran kırmızı renkte dev bir karınca gördüm.

Kırmızı dev karınca,

Kırmızı dev karınca, uçurumun kenarına yaklaşıp antenlerini bana doğru uzattı ve belimi sarıp bir çırpıda karşı tarafa çekti. Arasından güneşin ışınlarının sızdığı, dev meşe ağaçlarının altında uzanan yemyeşil çimden halıya bırakıverdi. Karıncalarla konuşmak ne güzelmiş yahu!

Kırmızı karınca, bana birkaç saniye dev gözleri ile baktı ve çok hızlı adımlarla gözden kayboldu. Beni bıraktığı yer o kadar güzel, ahenkli ve huzurluydu ki… Sonu görülmeyen meşe ağaçları, hemen diplerinde yetişmiş binbir çeşit çiçek, misk gibi bir koku ve yemyeşil çimler; büyüleyici bir manzaraydı. Ben de yürümeye başladım meşe ormanın içine doğru… “Yalan mıydı, tuhaf mıydı, rüya mıydı?” diye diye…

O korku dolu, korkunç, tuhaf anlardan sonra burası cennet bahçesi gibi gelmişti, her zorluktan sonra mutlaka bir ferahlık vaat eden rabbime şükürler olsun.

Karıncalarla konuşmak, Burası neresi?

Ormanı geçtiğimde kusursuz geometrideki taşlarla döşenmiş bir yola girdim. Yolun üstü birbirine kaynamış, sarmaş dolaş olmuş çeşit çeşit ağaçla kapatılmıştı. Üzerindeki meyvelerin hepsi rengarenk ve nurlu bir ışık saçıyorlardı. Onların ışığıyla aydınlanmış bu ağaç tünelde yürümeye devam ettim.

Tünelin sonunda lazer ışık gösterilerinde oldu gibi bir ışık hüzmesi tünel duvarlarına çarpıp dolaşıyordu. Ne kırmızı ne mavi ne yeşil hiç görmediğim renkte sanki bu dünyadan olmayan huzur verici bir ışık…

Cennet gibi,

Işığın geldiği yere ulaştığımda ağaç tünel sona erdi, taş yol hafif meyilli bir şekilde aşağıya doğru gidiyordu ve gözlerime inanamadım! Hiçbir yola böyle bir son durak nasip olmamıştır.

Gördüğüm sonu gözükmeyen bir vadiydi. Ben ona vadi demiştim çünkü dünyada böyle bir şey görülmemiştir. Oval hiçbir çıkıntısı olmayan üzeri rengarenk ışıklı ağaçlarla kaplı tepeler ufka kadar uzanıyordu.

Her taraftan pınarlar fışkırmış, oval renkli zümrüt, elmas gibi kayaları yalayıp aşağıya akıyordu. Ve yarılmış kayalardan fışkıran masmavi şelaleler, aynı boyda rengarenk ağaçların arasından akıp gidiyor.

Karıncalarla konuşmak! Şelale,

Öyle bir güzellik ki hiçbir kusur bulamazsınız, tam bir ahenk, uyum, ne eksik ne fazla, hiçbir çatlak, yamukluk, eğrilik olmayan ilahi bir kesinlik vardı burada.

Defalarca her tarafa bakıyordum her seferinde gözlerim bir kusur bulamadan yorulmuş bir vaziyette geri dönüyordu. Vadinin ortasındaki şelaleye doğru yürümeye başladım. Öyle bir şelale ki gökyüzünden fışkırıyordu, gökte bir noktadan yere doğru buz mavisi, köpüksüz bir su kütlesi, huzur içinde aşağıya düşüyordu.

Şelale bir oyuktan aşağı doğru akıyor ve hiç ses duyulmuyordu. Şelalenin yanına kadar gittiğimde etrafı ağaçlarla çevrili yarı saydam zümrütten bir kayanın üstüne çıktım. Kayanın altından ırmaklar akıyordu, karıncalarla konuşmak gibi bunlarda dünya dışı şeyler gibi geliyor bana! Anlam vermiyorum.

Karıncalarla konuşmak
Karıncalarla konuşmak

Karıncalarla konuşmak! Bakanlara mutluluk veren…

Tam ortasında bakanlara mutluluk veren bir kandil yanıyordu. Dışı saydam inciden, hiç el değmemiş zeytin ağaçlarından yakılmış bir kandil. O zeytin ağaçlarının yağı süzülüyordu aşağıya doğru öyle bir nur ki o, ateş değmeden ışık saçıyordu.

Üzerinde oturaklar gördüm, parlak beyaz bir örtüyle örtülmüşlerdi. Oturup biraz dinlenmek istedim, elimi uzattığımda ağaçların ışıklı meyvaları avucumun içindeydi. Nefis kokuları ve enfes tatlarıyla boğazınızdan kayıp gidiyorlar. Karnımda doyunca şöyle bir iki saniye gözlerimi kapadım, hiç bir şey düşünmeden.

Yaşıt üç kadın,

Gözlerimi açtığımda korkuyla kendimi geri attı, altımdaki örtüyü yırtarcasına çekiyordum, gözlerim şam şeytanı gibi açılmış, konuşamıyordum. Böyle bir güzelliğin karşısında konuşulmaz da zaten. Sadece tebessüm ettim. Hemen önümde üç tane sedefinde saklı inciler vardı. İri badem gözlü, yumurta gibi pürüzsüz tenli, güzellikten yüzleri ışıldayan bakılmaya doyulmaz yaşıt üç kadın…

İpek astardan kenarları altın işlemeli bembeyaz elbiselerinin içinden bile  tenleri inci tanesi gibi parıldıyordu. Üçü de aynı boyda söğüt fidanı gibiydiler, bakışlarını benden ayırmıyorlardı.

Karıncalarla konuşmak! Müthiş ikram,

Ellerindeki altın renkli tepsiler enfes gözüken yemekler ve içkilerle doluydu. Saygıyla eğilip ikram ediyorlar ben de keyifle yiyordum. Şarabın sonu miskti bitince hemen yenisi geliyordu, yedikçe yiyor içtikçe içiyordum, her seferinde artan bir lezzet alıyordum, şişkinlik, şişmanlık, pişmanlık, hazımsızlık, bıkkınlıkta yoktu buralarda.

Doyulmaz bir mutluluk, huzur ve keyif içinde, böyle dilberler tarafından ağırlanmanın hafifliğiyle kendimden geçmiştim. Ne sıkıntı, ne korku, ne endişe, ne bıkkınlık, terleme, üşüme, ağrı, sızı, yalnızlık yoktu artık. İçlerinden biri yanıma oturup omzuma dokundu.

Nurlu yüzler,

Nurdan gözlerim kamaşmıştı, yüzüne zor bakıyordum sanki tanıdık bir yüz derken, kadife gibi bir ses dokundu kulak zarıma, onun sesiydi, aşkın sesi, 17 Ağustos depreminde ölen, kalbi çalan o kadının sesi, melek mi olmuştu?

  • “ Seni seviyorum, işte büyük başarı bu, bunun için çalış, çalış, çalış, çalış …”

Birden gözlerim acı içinde açıldı, baş aşağı yere doğru bakıyordum. Ağzım burnum kan içindeydi. Belimde ve karnımda korkunç ağrılarla, bizim evin yanındaki meşe ağacının dallarında asılı kalmıştım.

Karıncalarla konuşmak ve gerçek!

Yaklaşan ambulansın sesini duyuyordum ve “Oğlum sen ne yaptın?” diye bağıran annemin sesini.

Ağzımdan damlayan kanlar yerdeki meşe yapraklarının üzerine düşüyordu ve kana bulanmış kırmızı karıncalar etrafında dolaşıyordu…

Aslında karıncalarla konuşmak büyük ve yüce bir ilim gerektirir! Süleyman peygamberimizin yaptığı gibi!

Ayrıca karıncalar bir başkadır! Hiç bir örümcek türü bu kadar sevimli ve arkadaş olmamıştır insana. Onlara kıyamayız bile mübarek hayvanlar!

Kedi köpek yalan, biri pis biri de nankör:) Benim arkadaşım karıncalar!

semihbulgur.com

Semih Bulgur

l am a knowledge worker who works hard to make you informed about original knowledges from international sources!

Related Articles

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

Adblock Detected

Merhaba. Sitemiz yoğun bir emeğin ürünüdür! Sitede dolaşmak için lütfen Reklam Engelleyicinizi Kapatın. Please Close The Ads Protector.