Yazılarım

Gelecekte Türkiye! Yıl 2085 Birlik Başkanı ve oğlu geleceği anlatıyorlar!

Gelecekte Türkiye | Türkiye geleceğin otoriteleri arasında mı olacak yoka köleleri arasında mı? Yoksa bu mücadeleye gerek kalmayacak mı? Peki dünya barış ve adalet içinde mi yaşayacak yoksa paramparça mı olacak. 2100’lü yıllarda bir çocuk Bölge Başkan’ı olan babasıyla bu soruların cevabını arıyor!

Babam Birlik Muhafızları ile yaptığı ürkütücü holografik konuşmanın ardından kartal bakışlarını bana dikti ve sert bir sesle, “Konuşulanları gelecek olanı duydun,” dedi. “Asiler ortalığı karıştıracak! Özellikle de bana ve aileme zarar vermek isteyeceklerdir.

Bu nedenle çok dikkatli olmalısınız. On sekiz yaşındasın, sana akıl vermeye çalışmayacağım, gene de dikkatli davranmanı istemek durumundayım. Güvenliğiniz için gerekli önlemleri aldıracağım tabii, ancak kardeşin olacak haylaz için endişeliyim. Onu nasıl dizginleyeceğimi bilmiyorum. Hırçın kız, yine kafasının dikine gidip başımızı belaya sokabilir. Melih, kardeşin Zeynep’i sen de kollamalısın.”

Gelecekte Türkiye ve çılgın kardeş!

Babamın konuşmasından sonra olayın ciddiyetini anlamış, kardeşim için de endişelenmeye başlamıştım.

Kardeşim Zeynep 17 yaşında,  çok tatlı, çok güzel ve o kadar da baş belası bir kızdır. Onu defalarca azarlamama hatta hafiften dövmeme rağmen kafasının dikine gitmeyi ve özgür yaşamayı çok sever. Her ay bir sevgili değiştirir, magazin dergilerine kapak olup benim kıskançlık ve öfke nöbetleri geçirmeme sebep olur. Hiçbir güvenlik önlemi almadan halkın arasına karışır ve her seferinde mutlaka bir olay çıkartır. Biz de onu barlardan, diskolardan, alış veriş merkezlerinden toplamak zorunda kalırız. Bu kız bizimkileri bir gün kalpten götürecek diye korkuyorum.

Bir keresinde açık saçık kıyafetlerle sapık bir ressama poz verirken yakalamıştım. Tabii benim gözüm dönmüş ve gazabıma uğrayan ressam uzun bir süre ellerini kullanamamıştı. Zeynep saçlarını kaybederek öfkemden nasibini aldı. Bu olaydan sonra babam ikimizi de yaz tatilinde, Dünya Birliği Disiplin okula gönderdi. Hayatımın en zor günleriydi diyebilirim.

Gerçekten kardeş miyiz, Gelecekte Türkiye!

Bazen onunla gerçekten kardeş miyiz diye derin derin düşünürüm. Ben bu kadar ağırbaşlı, düşünceli, duygusal bir insanken kardeşimin böyle kendini bilmez, şımarık, asi, serseri ve düşüncesiz olması çok gariptir. Aslında ikimiz de babamın ataerkil eğitim sisteminden geçtik, babam asla bizi şımartmamış, hayatın zorluklarını da, güzelliklerini de ölçülü şekilde yaşatmıştır. Hiç unutmam bir gün müteahhit bir arkadaşının şantiyesini ziyaretimizde, beni şantiyede bırakıp orada çalışanlara eti sizin kemiği benim deyip gitmişti.

Şantiye çalışanları başkanın oğludur deyip acımamış, akşama kadar eşek gibi çalıştırmışlardı. Daha sonra babam akşam gelip çamur ve harca bulanmış şekilde beni eve götürdü. Annem biricik oğlunun hâlini görünce babama demediğini bırakmadı sonra üstümü değiştirdi ve beni yıkadı.

Temizlendikten sonra alıp İstanbul’un en pahalı ve lüks restoranına götürüp en sevdiğim yemekleri yedirdi. Ben zevk pişkinliği ve mide şişkinliği ile göbeğimi ovarken bana unutamayacağım bir öğüt vermişti.

“ Melih, bugün sana eziyet ettiğimi düşünüp kim bilir içinden neler söyledin? Belki bana küfrettin,” deyip durdu ve bir yudum su içti. Ben de bu arada ‘hayır’ der gibi kafamı sağa sola sallıyor ve tıkınmaya devam ediyordum.

Hayat dersi!

Devam etti: “Evet, bugün sana yaptıklarım çok önemli bir ders vermek içindi. Bugün zenginliği de, fakirliği de, çalışmayı da, yan gelip yatmayı da gördün. Melih, bu hayatta soğan ve kuru ekmekle yaşamayı da, havyar ve Meksika soslu bıldırcın etiyle yaşamayı da bileceksin. Bunları bilirsen zenginin de fakirin de hâlini anlar, böbürlenmeden, kibirden uzak, suçluluk duygusu hissetmeden yaşar ve düzgün bir insan olursun.”

Babamın bana verdiği bu dersten sonra şanssızların, alın teriyle çalışıp da zor geçinen insanların halini çok iyi anlamış ve onlara kendimi daha yakın hissetmiştim. Peki, bu dünyada varlıklı ve güçlü olmak şansa bağlı mı olmalıydı? Zenginliği bırakın, hayatta kalmak için güçlü olmak ve bir başkasını yok etmek zorunda mı kalmalıydı insanoğlu?

Dünya pastasının dilimleri biraz daha küçük kesilseydi ve adil bir şekilde bölüşülseydi, bu yok ediş, bu yok oluş, bu korku, bu endişe yaşanır mıydı?

Bunların yanında, sahip olduğumuz zenginliğe şükredip, birçok insan için çok kıymetli olan şeyleri nasıl çarçur ettiğimi de fark etmiştim. Bana sıkıntı vermeye başlamış olan zenginlik alışkanlıkları öyle kıymetli hâle gelmişti ki.

Gerçeğe dön! Gelecekte Türkiye.

Bu olanları hayal ettikten sonra babamla olan ciddi ve endişe verici konuşmamıza geri döndüm: “Tamam baba, ben kardeşime göz kulak olurum, sen de korumaları arttırırsın umarım bir şey olmaz,” dedim ve sustuk.

Uzun süren bir sessizlikten sonra, kardeşimi nasıl zaptedeceğimi düşünmenin karamsarlığından kurtulmak için, pencereye yönelip gökyüzünün ferahlığında nefes almak istedim.

Aşağıya doğru baktım. İnanılmaz bir görüntü. Bir bulut tarlasının üstündeydik. Güneş bakılamayacak kadar parlaktı ve sanki elimi uzatsam avucumda yanacaktı. Mavinin huzuruyla derin derin nefes alıp tebessüm ediyorum.

Yine düş perilerim etrafımı sarmış, derin hayallere dalmıştım. Bir anda bu güzel manzara beyaz bir karanlığa dönüşüverdi.

Hayaller diyarında! Gelecekte Türkiye,

Masmavi derinliğe bakarken sürüden kopmuş bir kuş, bir balon gibi uzaklarda siyah bir nokta fark ettim. Ve hızla büyüyerek bana doğru yaklaşıyordu. Kısa bir süre sonra şekil belirginleşmeye başladı. Gördüğüm dev bir yolcu uçağıydı. Aramızda metreler kalmış, dev motorlarının dehşetli gürültüsüyle camlar zangırdamaya başlamıştı. O an birden zaman durdu, biraz çelik, biraz cam, ben ve uçak vardık gökyüzünde. Sanki uçak camın biraz ilerisinde donakaldı. Pilot kabininde simsiyah giyinmiş ve yüzü maskeli iki kişiyi görebiliyordum. Ayağa kalkmış, parlayan gözlerle zafer işareti yapıp bana el sallıyorlardı.

Sonra bir anda pilot kabini, köpek balığı burnuna dönüşüverdi ve ağzını benim yüz katım kadar açıp kıvrak bir hareketle testere dişlerini kulenin merkezine geçirdi. Daha sonra her taraf korkunç bir savruluş, kan ve ateş ile paramparçaydı.

Ben patlamanın basıncı ile binanın diğer tarafından gökyüzüne savruluyor ve aşağı düşerken ateş topuna dönmüş merkez kulelerini yaşlı gözlerle izliyordum. Bir anda elimde sıktığım anahtarlığın verdiği acıyla bu kabustan uyandım.

Uyanış!

Kan ter içinde hızlı hızlı nefes alıyor ve göğsümü yırtacak gibi atan kalbimi tutuyordum. Önümdeki cama yaslanıp, yüzüm avuçlarımın arasında,  kimseye fark ettirmeden toparlanmaya çalıştım. Neyse ki başkanın oğlunun tuhaf ve yıkılmış halini kimse görmemişti

Bir iki dakika sonra kendime geldim. Ama 2001 yılında insanın insana ettiği o korkunç olayı düşünmeden edemiyordum. Bir belgeselde seyretmiştim; teröristlerin kaçırdığı iki uçak Newyork’taki ticaret merkezi kulelerine ortasından çarpıyor ve binaya giren yakıt dolu uçaklar patlayarak diğer taraftan çıkıyordu. O devasa binaların karton evler gibi olduğu yere çökmeleri inanılmazdı. 3000 den fazla insanın öldüğünü duymuştum. Buna bin yılın en büyük terör olayı demişler. O sahneler günlerce gözümün önünden gitmemişti.

Gelecekte terör!

Teröristlerin, bunu din adına, İslam adına yaptıklarını duyunca daha da ürperdim. “Bir insanı öldürmek tüm insanlığı öldürmek gibidir, bir insana hayat vermek tüm insanlara hayat vermek gibidir,” diyen bir din adına bunu yapmak…

“Yahu! Bu insanların derdi nedir? Sinek öldürür gibi adam öldürmüşler! İnsan yeryüzündeki en değerli varlıktır. Fakat bazen öyle şeyler yapar ki hayvandan bile daha aşağıya iner! Ofisinizin camından bakıyorsunuz, birden karşınızda bir uçak beliriyor. Sonra nasıl ve neden olduğunu anlamadan ölüp gidiyorsunuz. Hayalleriniz, umutlarınız varmış, yaşamayı seviyormuşsunuz kime ne?” diye kendi kendime düşündüm.

Aslında araç hangisi olursa olsun (terör, uyuşturucu, gasp, katliam, Allah adıyla kandırılmış insanlar vb.) esas amaç mal, mülk, güç, daha çok, daha çok paradır. Birileri bu sayede palazlanırken, cahil ve hortumlanmış insanlara, piyon olarak en pis işleri yaptırırlar.

Keşke para diye bir olgu olmasaydı. Kapital sever iktisatçıların hor gördüğü o eski çağlardaki gibi çay verip, ekmek alsaydık, üzüm verip gül, gül verip de gönül alsaydık. Bazen düşünürüm; 2000’li yıllardaki gibi köyümüze gidip taş fırınında ekmeğimizi pişirsek ve bahçeden domatesimizi, salatamızı koparıp yesek, geçinip gider mutlu olur muyduk?

Nankör insan!

Ama yok olmaz! Biz daha lüks, zevk ve sefa içinde yaşamalıyız. Işınlanarak seyahat etmeli, okyanusların altına yüzlerce katlı gökdelenler sokmalı, dışarıda kalanda boyca dağları aşmalı. Sokakta bile üşümemeliyiz. Artık gökyüzünü bize göstermeyen hava kanalları doldurmalıyız caddeleri. Bu rahat düşkünlüğümüzün bizi yok edeceğini en son yaşadığımız küresel ısınma dalgası bile anlatamadı. 2075 yılında bilinen en sıcak kış mevsimini geçirdik, sıcaklık ortalaması yirmi beş dereceydi.

Sokakta yatanlar buna sevindi ama eriyen buzullar Avrupa’nın kıyı bölgelerini yaşanmaz hâle getirdi. Aşırı sıcaklar yüzünden binlerce bebek ve çocuk hayatını kaybetti.

Tuhaf ve çaresi bulunamayan, bulaşıcı cüzama benzer hastalıklar ortaya çıktı. Sokakta yürüyemez hatta balkona bile çıkamaz hâle gelmiştik. O yıl bütün hastaları şehir dışındaki kamplara taşıdılar. Daha sonra ne oldu ne bitti bilinmiyor. Onlardan haber alan olmadı.

İşte bu yaşanan felaketler, lüks ve savurgan yaşamanın bedelinin ne kadar ağır olacağını gösterdi. Fakat para hayatımızın vazgeçilmez bir olgusu hâline gelmiş ve öyle kıymetli ki bazen milyonlarca Iraklıdan binlerce Afrikalıdan ve sokakta yatan onlarcasından yüz dolar daha kıymetli olabiliyor.

Para para para!

Artık Dünya’nın bir tek kutbu var o da para. Aslında tarih boyunca para çok önemliydi. Fakat 21. yüzyılla birlikte öyle bir parlatıldı, öyle bir cilalandı ki kapitalizm azgınlığıyla manevi ve ahlaki değerlerin kaybedilmesi, zenginleri, para ve güç sahiplerini bile rahatsız eder hâle geldi. Çocuklarını bile güven içinde sokağa çıkaramaz oldular. Evleri, arabaları ve kendileri sürekli fakir insanlar tarafından taciz edilmeye başladı.

Bir söz vardır ” Yeşili göreyim orada öleyim.” diye, aynen öyle.

Uçurumlar o kadar derinleşmişti ki ya sistem Fransız ihtilali gibi bir halk devrimi ile yıkılacaktı ya da bundan korkan küresel sermaye kesenin ağzını açıp dünya kaynaklarını bölüşmeye yönelecekti. Beklenen halk devrimi olmadı. Çünkü ezilen, horlanan, köprü altı insanları bile bir gün zengin olup ezme sırasının onlara geçeceğine inanmışlardı. Bu nasıl olacaksa? Umut ettikleri para piyangodan mı, yoksa sayısal lotadan mı gelecekti?

Bundan yıllar önce Rusya’nın yıkılacağını söyleyenleri delidir deyip tımarhaneye götürüyorlardı. Fakat beklenenden çok erken bir sürede, kapitalizme teslim oldu. Oldu da ne oldu? Kadınları 100 dolara fahişelik yapmak, erkekleri de en ağır işler de 10-20 dolara çalışmak zorunda kaldı.

Gelecekte Türkiye
Gelecekte Türkiye

Komünizm ve kapitalizm!

Komünizm gibi materyalizmin, maddeciliğin başka bir rengi olan kapitalizm de gittiği hiç bir yere mutluluk getirmedi. Çünkü şu vicdan denen içimizde bir yerde bir biçimde saklanan ve damarlarımızı sıkıp kalbimizi yakan şey, milyonlarca dolar kez kemirir insanın beynini, elini, dilini, belini, kalbini.

Vergi toplayan devlet, topluma sosyal adalet getirerek, kapitalist dünyanın vahşi, acımasız koşullarını yumuşatmalıydı. Devlet halka hizmet için vardır, halkı sömürmek için değil. Eğer devletler kapitalist olursa, gökten dev meteorlar beklemeyin! Dünya’nın sonu gelmiştir.

İnsanları içki, kumar, gasp, uyuşturucu ve her türlü sapıklıktan uzak tutacak tek şey sanat, duygu ve maneviyattır. Bundan yola çıkarak, devletler sanata yatırım yapmaya başladı. Ayrıca 21. yüzyılın ortalarında bir sanat akımı başladı. Bu akım; büyük ustaların yarattığı Rönesans, kübizm, empresyonizm gibi değildi. Yetenekli, yeteneksiz herkesin bir eser bırakabileceğine inandırılması ve halkın kalemi, fırçayı eline alması akımıydı. İşte ben buna fırça devrimi diyorum, halkın fırça devrimi.

Sistemleri yıkıp yeniden kurmak değil. Kanlı mı kansız mı gelecek değil. İşte bu sanat devrimidir. İşte budur, insanlığın ihtiyacı olan…

Her yerde ücretsiz karikatür, resim, edebiyat ve sanatın her türünü kapsayan ücretsiz kurslar açılıyor, ayrım yapılmaksızın herkes bu etkinliğe davet ediliyordu. Beklenenin de üstünde, milyonlarca insan kurslara katıldı ve büyük küçük eserler bıraktılar.

Sanat ilaçtır!

Bu sanatsal atılımdan sonra adi suç oranları ciddi şekilde düşmüştü. Sanat ile uğraşan, içinde biraz maneviyat kırıntısı taşıyanlar suç işleyebilir mi? Can yakar, mala mülke yan bakar mı? Sanatçı işlese işlese düşünce suçu işler.

Sanatın ferahlığında nefes almak ne de güzel bir serinliktir. Bir de sanattan para kazandınız mı katmerli cila olur. Ben de elimin döndüğü kadar yazar çizerim. Gece gündüz çalışıp birkaç eser yarattım ve eserlerim sanat devriminden sonra açılan karma sergide sergilendi.

Hayatımın en gururlu en huzurlu günlerinden biriydi. Babamdan dolayı mı yoksa eserlerimin çok kıymetli olmasından mıdır bilemiyorum. Sergide müthiş yüreklendirici tepkiler aldım. Hatta iki tablom ciddi rakamlara satılmıştı. Sergi gelirleri fakir, fukara fonuna bağışladığı için eserlerimi neden satın aldıklarının da bir önemi yoktu. Bir akşam vakti bir güneş batışı süresi de olsa kendimi Da Vinci gibi hissetmiştim. Kafayı şuna buna takmadan… Yaşamak ne de tatlı şeymiş be kardeşim!

Bu sanat dolu günlerin kalbimi aydınlattığı zamanlarda, Dünya Birliği kulelerinin girişine dev harflerle yazılacak olan “Sanatsal Düşler Fabrikası” adlı şiirim çıkı vermişti içimdeki bir yerden.

Gelecekte Türkiye,

Sadece minik dalgaların hırıltıları vardı,

Az önce, silik sevdaların kırıntıları,

Sanma ki dimdik duran yalnız sensin hayat,

Sanat ki yükseliyor tepeden, kanat kanat.

Bir ressam kırdı mı belini fırçanın,

parlayan bir göz bebeğinde,

Bir şair dokudu mu nakış nakış kelimeleri,

bir afeti ahunun göbeğinde.

Migrene tutulmuş bir kafa,

İlham savrulmuş her tarafa,

Göze kondur yağlı boya bir yaş,

Kıvır belini fırçanın işte,

keman gibi bir kaş.

Sanatsal düşler fabrikasında,

Üret üret üret,

Gören görür, bilen bilir,

İnançla bekle ve edin soylu bir tavır,

Özgürlük kadar pahalıdır sabır.

 

Ey sosyetik, burnu dik ve sivri topuklu hayat,

Hadi oradan, benim bir sevgilim var adı sanat.

Kafamın içinde oynaşıp duran ahtapot kollu düşünceler, çelişkiler, dünyanın gidişatı, uçurumlar, küresel ısınma, adaletsizlik, dengesizlik, açlar, toklar konularına noktayı koydum. Ve bitmek tükenmek bilmeyen hayal girdaplarımdan sıyrılıp uyandım.

Tekrar uyanış!

Babamın asistanlarından biri yanıma gelerek “Melihçiğim, yirmi dakikadır pencerenin önünde dikilmiş, gözünü bile kırpmadan gökyüzüne bakıyorsun, hayırdır bir sorun mu var?” diye sordu. Bende “Yooo,  Mesut Abi bir sorun yok, bu benim işim, yani düşünmek, ben Düş Mühendisiyim duymadın mı?” dedim.

Mesut Abi gülerek “Hımmmm, duydum başkan söylemişti, benim oğlum düş mühendisi olacakmış, her hâlde iyi bir şeydir,” dedi. Sonra bana alaycı bir tavırla sordu  “Melih, cidden nedir bu düş mühendisliği?”

İşte gelecekte Türkiye ve Düş Mühedisliği;

Ben de gülerek cevap verdim “Düş mühendisliği nedir? Düş mühendisliği, kaldırım mühendisliğinin felsefik hâlidir. Düş mühendisliği okulu olmayan tek mühendislik dalıdır. Düş mühendisliği, kuantum mekaniği, görelik kuramı, elektro manyetizma, X ışınları spektrumu, büyük patlama teorisi, gama ışınları ile sevgiyi, sanatı, duyguyu, maneviyatı aynı potada karıştırıp içine hayal gücü katmaktır.

Düş mühendisi, uyumaz, yemez, içmez ve üşümez sadece düşünür, işi zordur, çünkü pek az kişi düşünür. Düş mühendisi nasıl olunur? Günde üç saat uyuyarak, dalıp giderek, kalıp çizerek, kozmik radyasyon dalgalarını barındıran enerji ipliklerinden oluştuğumuzu, elimde tuttuğum kalemin, kelimi kapayan beremin bir zamanlar büyük bir yıldızın bir parçası olduğunu bilerek olunur. Atom sisteminden Güneş sistemine ve oradan da sürekli genişleyen evrenin büyüklüğü karşısında büzülerek ve sanatsız geçen her gün için üzülerek Düş mühendisi olunur,” dedim. İşte gelecekte Türkiye ve Düş Mühendisliği.

semihbulgur.com 

Semih Bulgur

l am a knowledge worker who works hard to make you informed about original knowledges from international sources!

Related Articles

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

Adblock Detected

Merhaba. Sitemiz yoğun bir emeğin ürünüdür! Sitede dolaşmak için lütfen Reklam Engelleyicinizi Kapatın. Please Close The Ads Protector.